72 Millet, Milyarlar Biziz.


   Bizler fani olarak,  72 millet milyarlarca canlıyız. Birimizin yüzü birine, birimizin huyu birine benzemez. Birimizin huyu birine benzemez, benzemediği gibi benzeyeni de beğenmeyiz. Böyle bir harikuladelik ile ve bu kadar muazzam bir yaradılış zekası ve yoğunluğuyla Halk edilmişiz.
   Bütün bunlara rağmen insanoğlu hep bir mükemmelliğin, hep bir kusursuzluğun, hep bir ölümsüzlüğün peşindedir. Yüzyıllar boyu belki de yaradılıştan bu yana bu böyledir. Ömrünü bu imkansızlığın peşinde eritir,  tüketir gider insanoğlu. Bunlara ilaveten ayrıca bu eksik yaradılışımızda, bu aciz durumumuzda kimseyi de beğenmeyiz. Hak bize yetecek kadar olanı yaratmıştır aslında, bununla yetinmeyi bir öğrenebilsek en mükemmel biziz. Tabi bu bir çok insan için eksik bir durumdur.Hep sorgular, hep dünyadaki olan şeylerin kafamızdakiyle, aklımızdakiyle bu şekilde olmasının neden böyle olduğuyla uğraşırız. Sorgularız, yanlış, doğru, uzun kısa, az,  çok tüm zıtlıkları sorgular dururuz. Bizim görüşümüzde, bizim yaşam tarzımızda olmayanı yok sayarız, yanlış sayarız, kabullenmeyiz. 
   Oysa hayat bir renktir, ve her pencereden bir renk yansır, her pencere farklı bir dünyaya açılır. Yaratılmış her canlı, her cansız varlık bir renktir. Her bir renk ayrı bir dünyadır, yaradanın insanoğluna bahşettiği tecellisidir. O murat etmiştir, herşey bu şekilde olmuştur. Sorgulamak, kendimizce yargılamak, kendimizce farklı kanaatlere varmak elbette bazen olmaması gerekse de yaptığımız birşeydir. Ama eğer ki biz sonuçta İslam bireyi, İslamiyet inancı mensubu isek, dinimiz bize dinin temel esasları konusunda önce teslimiyeti, sonra itikat ve itaati emreder. Teslim olup itaat etmeliyiz.      Bu andan itibaren sorgulamak şeytanın vesvesesinden başka birşey değildir. Her düşünceye bakarız, her düşünceyi dinleriz, doğruluğunu İslami çerçevelerde tartar ona göre karar veririz. Dinimizin Kitap, Sünnet, İcmaa, ve Kıyas dörtlüsüne uymasına bakarız. Anlayış gösteririz ama müdahale ve cebir bizim şahsi vazifemiz değildir. Birisi bir suçun faali olmuşsa ceza verici biz olamayız. O ona bakan İslami müessesenin işidir. Selâm ve DUA ile.

Endülüs-Elhamra Sarayı

Ne de çok acı savrulmuş semaya...

Tüketim ve Maneviyatı...

Cumanın bitişiyle birlikte hafta sonu telaşı başlıyor, Büyük çoğunluğu alışveriş ve tüketim amaçlı olan planlar hafta sonunun ana temasını teşkil ediyor. Alış veriş yapılmadan, AVM’ye uğranılmadan geçirilmiş bir hafta sonu şu ahir ömrümde ben hatırlamıyorum. Günümüz coğrafyasında tüm erkek milleti için de bu durumun aynı minval üzerine olduğunu düşünüyorum. Maalesef çağımız tamamen tüketim odaklı inşa edilmiş durumda. Yetişmekte olan yeni nesil de bu davranış psikolojisi üzerine geliyor. Üretim fikri son yıllarda gündemden  tamamen kalktı. Paranın saadeti ve mutluluğu getirmeyeceği anlayışı ve düşüncesi sadece lafta kalmış durumda.
   Tüketimin ana kaynağı maneviyat eksikliği. Doyumu arayan, sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan insanoğlu, maneviyattan yoksun ve uzak kaldığı her saniye maddiyatın ve dünyanın batağına sürüklenip duruyor. Bunun içinse hiç bir gayret ve çaba göstermiyor. Toplumların ve milletlerin batmasındaki ana temanın maneviyatın ve kültürün bitmesi ya da zayıflaması olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Tarih kitaplarında bu uzun uzadıya anlatılıyor. Yakın tarihimize baktığımızda bunu çok net görebiliyoruz. Zevke sefaya ve kişisel çıkarlarına yenik düşen idareciler, yapılan her türlü dünyevi işte beklenen maddi karşılıklar, acıma duygusundan yoksun sadece kendi cebini düşünen, iş ve esnaf anlayışı burada göze çarpan en bariz çürümeler.
   Oysa böyle mi diyor kitap, böyle mi yaşamış Yüce Nebi? Komşuyu bile o kadar hakla donatmış ki Yüce dinimiz, neredeyse mirasçı tayin edecekmiş gibi. Yardımlaşmayı, kanaati, merhameti, acıma ve sevgiyi ana esaslardan alan dinimiz, geçmiş dönemlerde yapılan haksızlıkları zulümleri bir devrimle söküp atmış, ulaştığı her beldeden. Çürümüş ruhlara, küflenmiş gönüllere abı hayat suyu olmuş getirdiği her tebliğ. Yaşadıklarıyla örnek olmuş Yüceler yücesi büyük Nebi. İsrafı haram kılmış tüm inananlara. Oysa şimdi...
   Günümüzde tek ayakkabı giyilmez, yırtık dikilmez, eski tamir edilmez oldu. Ekmek, yemek, su gibi hayati kaynaklarımız savurganca harcanır oldu. Acın hali anlaşılmaz, garibin derdi sorulmaz oldu. Fakirin sofrası görülmez, ihtiyarın evi ocağı örülmez oldu bugün. Anadan babadan, haber alınmaz oldu bugün. Yeryüzüne acı keder ve gözyaşı doldu taştı bugün. Tüm dökülen kanların sebebine, açlığın savaşların, sefaletin sebebine baktığımızda tek gerçek neden var; Maneviyat eksikliği Maddiyat sevdası.
   Kendimizden ve çocuklarımızdan tüm aile bireylerimizden başlayarak Manevi iklimlere yelken açmalıyız. Maddiyat temalı söylemleri ve davranışları mümkün olduğunca azaltmalı ve bitirmeliyiz. İlmek ilmek nakış nakış manevi havayla işlenen bir toplum asla yıkılmaz, asla zayıflamaz, asla tökezlemez. Hak yolda buğday tanesi kadar atılan bir adım yarın Huzuru Mahşerde sırattan toz duman geçilen bir amelin habercisi olacaktır İnşallah. Hak Teâlâ nefislerimizi Islah eylesin.
Âmin.

02 ARALIK 2018, 15:33


Seesizlik ah bu sessizlik...

Nuri Pakdil...

Rahmetli Nuri Pakdil'i dünya gözüyle görme şerefine nail olduk Elhamdülillah. Yalnız tanışmak nasip olmadı. Hayatını, şiirlerini ve düşüncelerini adımız gibi öğrendik ve gelecek nesillere öğretmek için yazdığı tüm kitapları kütüphanemize yerleştirdik. Çocuklarımızın temiz bir neslin bekçileri ve koruyucuları olarak yetiştirmek için çalışmalıyız. Bu dünyada bedenler kalmıyor, geriye bir avuç toprak kalan. Geriye duruş kalıyor, görüş kalıyor, yakarış kalıyor, dava kalıyor. 
Şairin dediği gibi : Baki kalan şu gök kubbede bir hoş sada imiş. 

Musab Bin Umeyr


Mus'ab Bin Umeyr


İslâmda ilk öğretmen.

Mus'ab bin Umeyr, hem annesi hem de babası tarafından Kureyş'in asîl ve zengin bir âilesine mensub idi. Zengin oldukları için gâyet râhat bir hayat sürüyordu. Orta boylu, güzel yüzlü, nâzik ve yumuşak huylu, son derece zekî idi. Güzel konuşurdu.

Akl-ı selîm sâhibi olduğundan, putların bir fayda veya zarar veremiyeceğini bilir onlara tapılmasından nefret ederdi. Annesi tarafından en iyi şartlar altında refah ve bolluk içinde yetiştirilmişti.

Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke halkı ona gıpta ile bakardı. Peygamber efendimiz bunun için "Mekke'de Mus'ab'dan daha zarîf, daha nârin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi." buyurmuşlardı.

Dîninden dönmedi
Bütün bu rahatlıklara rağmen kalbinde büyük bir boşluk hissediyordu Mus'ab bin Umeyr. Bu maksatla sevgili Peygamberimizin bir merkez olarak seçtiği, İslâmı anlattığı ve o zaman Mekke'de müslümanların toplandığı Erkam bin Ebi'l-Erkam'ın evine gitti. Resulullahı görür görmez Müslüman oldu.

İslâmiyeti kabûl ettiği an hayatı da birdenbire değişti. Eski servet ve zenginliğin yerini fakirlik aldı.

Âilesinin sevgili oğullarına yapmadığı eziyet kalmadı. Onu dîninden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan'ın yakıcı güneşi altında ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar.

Fakat Mus'ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebât göstererek aslâ İslâmiyetten dönmedi. Her seferinde bütün gücüyle haykırıyordu:
- Allahtan başka tapılacak, ibâdet edilecek ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun peygamberidir.

İslâmiyet'i kabûl ettikten sonra Mekke'de sıkıntı ve işkencelere mâruz kalan Mus'ab bin Umeyr, Resûlullahın izniyle iki defa Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet orada kalıp, her türlü sıkıntıya katlandı.

Daha sonra dönüp, Peygamberimizin yanına geldi. Onun bu gelişini Hazret-i Ali şöyle anlatmıştır:

Resûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus'ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Resûlullah onun bu hâlini görünce, mübârek gözleri yaşla doldu ve:
- Kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir, buyurdu.

İlk öğretmen
Birinci Akabe bî'atında Müslüman olan Medîneliler, Resûlullah efendimize:
"Yâ Resûlallah! İçimizde, İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı. Halkı Allahın Kitâbına da'vet edecek, Kur'ân-ı kerîmi okuyacak, İslâm dînini anlatacak, İslâmın sünnet ve emirlerini aramızda ikâme edecek, yerleştirecek, namazlarımızda bize imâmlık yapacak bir kimse gönder" diye mektup yazdılar.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Mus'ab bin Umeyr'i, Medine'ye gönderdi ve ona:
"Medînelilere Kur'ân-ı kerîm okumasını, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmesini, namazlarını kıldırmasını" emretti.

Mus'ab bin Umeyr kısa zamanda Medîne'ye vardı. Orada kendisini büyük sevinçle karşıladılar. Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşti. Ev sâhibi Medîneli ilk Müslümanlardan idi. Orada insanlara dinlerini öğretmeye başladı.

Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmetleri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.

Mus'ab bin Umeyr, Medîne'de Es'ad bin Zürâre'nin evinde Kur'ân-ı kerîm öğretiyor ve İslâmiyet'i anlatıyordu. Onun bu hizmetiyle Medîne'de çok kimse Müslüman oldu. Medîne'de bulunan kabîle reîslerinden Sa'd bin Muâz, Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Bunların durumu çevreyi etkiliyor, İslâmiyet'in hızla yayılmasını engelliyordu.

Bir gün Mus'ab bin Umeyr, bir bahçede, etrâfında bulunan Müslümanlara dîni anlatıyor, sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabîlesinin reîslerinden olan Üseyd, elinde mızrağı olduğu hâlde hiddetli bir şekilde gelip, şöyle konuşmaya başladı:

Sözümüzü dinle
Siz bize niçin geldiniz, insanları aldatıyorsunuz? Hayâtınızdan olmak istemiyorsanız buradan derhâl ayrılın!

Onun bu taşkın hâlini gören Mus'ab bin Umeyr;
- Hele biraz otur! Sözümüzü dinle. Maksadımızı anla, beğenirsen kabûl edersin. Yoksa engel olursun, diyerek gâyet yumuşak ve nâzik bir şekilde karşılık verdi.

Üseyd sâkinleşip;
- Doğru söyledin, dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu.

Mus'ab bin Umeyr ona İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîm okudu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd kendini tutamayıp;
- Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür. Bu dîne girmek için ne yapmalı, diye sordu.

Güzel yüzlü, tatlı dilli öğretmen cevap verdi:
- Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah demek kâfidir.

Mus'ab bin Umeyr'in, bu sözü üzerine Kelime-i şehâdeti söyleyip Müslüman olan Üseyd, sevincinden yerinde duramadı ve:
- Ben gidip arkadaşlarıma da anlatayım, diyerek ayrıldı.

Evs kabîlesinin reîsi Sa'd bin Muâz'ın ve kabîlesinin yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.

Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert ve kızgın bir tavırla konuşmaya başladı.

Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.

Mus'ab bin Umeyr, ona da İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktâr okudu. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birden bire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve râhatlığın şevkiyle derhâl kavminin yanına gidip onlara şöyle dedi:
- Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?

İlk cuma namazı
Sen bizim büyüğümüz ve üstünümüzsün.
- Öyle ise Allah'a ve Resûlüne îmân etmelisiniz... Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.

Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı.

Ensâr-ı kirâm , Resûlullahdan izin alarak Sa'd bin Heyseme'nin evinde ilk defâ Cum'a namazını edâ ettiler. Medîne-i münevverede ilk kılınan Cum'a namazı bu oldu.

Mus'ab bin Umeyr, Müslüman olan Medîneli müslümanlar ile ikinci Akabe bîatında bulundu. Bedr savaşında sancaktâr olup, büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Süveyd bin Harmale ile birlikte Abdüddâroğullarından Bedir savaşına katılan iki kişiden biri idi. Mus'ab, Uhud savaşına da katıldı. Yine sancağı o taşıyordu.

Bu savaşta Peygamberimizin yanından ayrılmayarak saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu hâliyle Peygamberimize benziyordu.

Peygamberimize benziyordu
Müşrik ordusundan İbn-i Kâmia adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. Mus'ab bunun üzerine sancağı derhâl sol eline aldı.

Mus'ab o esnâda; "Muhammed (aleyhisselâm) ancak resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir" meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 144. âyet-i kerîmesini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı ve yine aynı âyet-i kerîmeyi okudu. Bu hâliyle kendini Peygamberimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücûduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehit oldu.

Mus'ab bin Umeyr zırh giydiği zaman, Peygamberimize benzediği için müşrikler onu şehit edince Peygamberimizi öldürdüklerini zannetmişlerdi.

Hazret-i Mus'ab şehit olunca; onun sûretinde bir melek, sancağı aldı. Mus'ab'ın şehit düştüğünden Resûlullahın henüz haberi olmamıştı. "İleri ey Mus'ab ileri!" diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimize; "Ben Mus'ab değilim" diye cevap verince, Resûlullah sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz sancağı Hazret-i Ali'ye verdi.

Resûlullah efendimiz, Mus'ab bin Umeyr'i şehit olmuş görünce, başı ucuna dikilerek Ahzâb sûresinden:

"Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dâir yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu:
- Allah'ın Resûlü de şâhittir ki, siz kıyâmet günü Allah'ın huzûrunda şehit olarak haşrolunacaksınız.

Selâm vereceklerdir
Daha sonra yanındakilere dönüp;
- Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kıyâmette bu aziz şehitler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir, buyurdu.

Daha sonra Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Mekke'nin en zengin iki ailesinden birinin çocuğu olan Mus'ab bin Umeyr'in örtünecek kefeni yoktu. Vücûdu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek sûretiyle defnedildi.

Habbâb bin Eret der ki:
Mus'ab bin Umeyr, Uhud'da şehit edilince, kendisini saracak kısa bir hırkadan başka bir şey bulunamadı. Hırkayı baş tarafına çektik, ayakları açıldı. Ayaklarına çektik, baş tarafı açıldı. Resûlullah bize:
- Onu baş tarafına çekiniz! Ayaklarını otlarla kapatınız! buyurdu.

ÂSÂRÎ الآثاري


Zeynüddin Şa‘bân b. Muhammed b. Dâvûd el-Âsârî (ö. 828/1425)

Âsârî’nin el-Menhelü’l-ʿaẕbü’l-bedîʿ fî medîḥi’l-melîḥi’ş-şefîʿ adlı eserinin ikinci bölümü “Ḥallü’l-ʿuḳde fî taḫmîsi’l- Bürde”nin ilk iki sayfası (Nuruosmaniye Ktp., nr. 3710)



765 (1364) yılında Musul’da doğdu. Bir süre Kahire’de, Hz. Peygamber’le ilgili kutsal emanetlerin bulunduğu Âsâr-ı Nebeviyye civarında ikamet edip buraya hizmet ettiği için Âsârî nisbesiyle tanınmış ve bu hususu “Bedîiyye-i Kübrâ”sındaki bir beytinde şöyle dile getirmiştir: “Çünkü ben hâdim-i Âsâr’ım, bir nesebim var artık / Umarım ben onunla mahdûmun hâdimlere rahmetini.” Âsârî ilk eğitimini Musul’da aldıktan sonra Kahire’ye gitti. Kahire’de önce hattat Ebû Ali Şemseddin Muhammed b. Muhammed ez-Ziftâvî’nin derslerine devam etti, mensûb hattında uzmanlaştı, bu alanda icâzet alarak çeşitli hat örnekleri yazdı (Sehâvî, III, 301). Kahire’deki medrese ve camilerde zamanın önemli bilginlerinin düzenlediği ders halkalarına katılarak Arap dili ve edebiyatı, hadis ve fıkıh tahsil etti.

Kahire’de birçok resmî görevde bulundu, idare (hüküm) nakibliğine getirildi. 799’da (1397) vaad ettiği bir meblağ karşılığında hisbe mütevelliliği görevini üstlendi. Bir süre sonra bu görevinden azledildiyse de ardından görevine iade edildi; ancak bu görevi sebebiyle ağır borç yükü altına girdiğinden tekrar azledildi. İki yıl sonra Mısır’dan kaçıp Yemen’e gitti ve orada dört yıl kaldı. Bu esnada Yemen Hükümdarı el-Melikü’l-Eşref İsmâil b. Abbas’a methiye sundu, hükümdar da kendisini ödüllendirdi ve onu Havd adlı bir câriyesiyle evlendirdi. Âsârî, Yemen’in ileri gelen devlet adamları için de methiyeler kaleme alarak onlarla yakın ilişki kurma imkânı buldu. Daha sonra çağdaşı İbn Hacer el-Askalânî’nin ifadesiyle (İnbâʾü’l-ġumr, VIII, 83) “âdeti olduğu üzere” övdüğü kimselere yergiler yazdı; Resûlîler Devleti Hükümdarı el-Melikü’n-Nâsır Ahmed b. Eşref İsmâil onu Hindistan’a sürgün edince Hint beldelerinden Tâne’de (Tehâne) iki yıl (muhtemelen 805-806 [1402-1403] yılları) ikamet etti, burada hürmet ve ikram gördü. 806 (1403-1404) yılında Tâne Emîri Sultan Alikrânâ b. Hümeyrânâ adına nahve dair el-Ḥalâvetü’s-sükkeriyye adlı urcûzesini nazmetti; bunun şerhi olan el-Ḳılâdetü’l-cevheriyye’sini 821’de (1418) Dımaşk Sâlihiye’de tamamladı. Hindistan’dan Yemen’e dönen Âsârî burada fazla kalmadı ve 807’de (1404-1405) Mekke’ye gitti. On yıla yakın bir süre Kâbe civarında kaldığından kendisine Cârullah lakabı verildi. 820’de (1417) Dımaşk’a geçti. Ertesi yıl uzun süre ayrı kaldığı Kahire’ye döndü. Burada eski hisbe mütevellisi Bahâeddin İbnü’l-Burcî’ye bir yergi yazdı. Memlük Sultanı el-Melikü’l-Müeyyed el-Mahmûdî’nin azlettiği Mısır Başkadısı Abdurrahman b. Ömer el-Bulkīnî için methiye, onun yerine getirilen Muhammed b. Atâullah el-Herevî için de hicviye nazmetti. Ayrıca burada sır kâtibi ile İbn Hacer el-Askalânî gibi ileri gelenlere methiyeler yazdı. Hazine ve ordu nâzırlığı yapan Zeynî Abdülbâsıt (Zeynüddin Abdülbâsıt b. Halîl ed-Dımaşkī) gibi bazı devlet adamlarının ikramına mazhar oldu, kitaplarını ve eserlerini onun medresesine (el-Bâsıtıyye) vakfetti. Bir süre Dımaşk’ta ikamet ettikten sonra Kahire’ye döndüğü 17 Cemâziyelâhir 828 (6 Mayıs 1425) tarihinde vefat etti. Mirasçısı bulunmadığından 5000 dinarlık servetini kardeşi olduğunu iddia eden bir kişiyle ona yardım eden bir devlet adamı paylaşmıştır.

Bazı kaynaklarda, Âsârî’nin hayatı boyunca ülke ülke dolaşması ya da sürgüne gönderilmesi, gerçekleri söylemekten çekinmeyen bir karaktere sahip oluşuna bağlanmayıp bir kısım ileri gelenlere övgüler yazmasından sonra onlar için yergiler yazmasına dayandırılır. İbn Hacer, herhangi bir dayanak göstermeden onun hakkında yakışıksız anekdot ve isnatlar zikretmiş, Makrîzî ile Sehâvî de bu konuda ona uymuştur. Buna karşılık diğer bir çağdaşı olan Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ’sında (III, 14) Âsârî’nin ilminden övgüyle söz etmektedir. Ayrıca aruz ilmine dair el-Vechü’l-cemîl adlı eserinin sonuna zeyil gibi eklenen, çağının büyük âlimlerinin eşine nâdir rastlanır şekilde Âsârî’yi ve eserini öven takrizleri onun yüksek ilmî düzeyini kanıtlamaktadır (a.g.e., III, 13-29). Bu âlimler hocası Şemseddin el-Gumârî, Veliyyüddin İbn Haldûn, Mecdüddin İsmâil el-Hanefî, yine hocası Sadreddin el-İbşîtî, Kalkaşendî, Bedreddin el-Biştekî, İbnü’l-Hâim, Muhammed b. Ahmed el-Garrâkī, Necmeddin el-Mercânî, Ebû Abdullah el-Vânûgī, Celâleddin Hatîbü Dâriyyâ, Burhâneddin el-Bâûnî, Ebü’l-Velîd İbnü’ş-Şıhne gibi şahsiyetlerdir.

Âsârî vasat düzeyde bir şair olmakla birlikte bedîiyyât tarihinde her beyitte en az bir söz sanatını (bedî‘) icra ederek Hz. Peygamber için en çok ve en uzun bedîiyyeleri nazmetmiş olmakla tanınmıştır. Aslında şiirlerinin çoğu Resûlullah hakkında yazdığı bedîiyye veya methiyelerden oluşur. Onun Kübrâ, Vüsṭâ ve Ṣuġrâ olarak adlandırılan üç bedîiyyesi meşhurdur. Ancak Âsârî’nin bedîiyyelerinin şerhedilmemiş olması birçok edebî sanatın ayırt edilmesini güçleştirmektedir. Bununla birlikte Kübrâ’da bir türün bölümleri ve alt birimleri dahil en az 400 bedî‘ türü icra etmeyi hedeflemiştir. Bu eserde bir türün cüz ve kısımları hariç 240 temel bedîî tür yer almaktadır. Safiyyüddin el-Hillî, Bedîʿiyye’sinde sadece on iki cinas türünden söz etmişken Âsârî yetmiş kadar cinas türü için örnek beyitler yazmıştır. Bedîʿiyye vüsṭâ’sında altmış sekiz cinas türüyle birlikte toplam 300 bedîî sanata, Ṣuġrâ’da ise 169 beyitte 200 bedîî türe yer verilmiştir. Âsârî bedîiyyelerinde yetmiş dokuz müstakil bedîî tür, kırk yedi adet de bedîî türün kısımları şeklinde toplam 126 yeni bedî‘ türü ortaya koymuştur. Onun ayrıca döneminin önemli hattatlarından olduğunu hat sanatına, onun kurallarına ve hat çeşitlerine ilişkin yazdığı Elfiyye’si (el-ʿİnâyetü’r-rabbâniyye) kanıtlamaktadır. Bunun yanında çeşitli konularla ilgili çok sayıda didaktik manzume kaleme almıştır.

Eserleri. Nahiv. 1. Kifâyetü’l-ġulâm fî iʿrâbi’l-kelâm. 1000 beyitlik urcûze olup yazma nüshaları bulunan esere müellifin hayatında hocası Ömer b. Reslân el-Bulkīnî bir takriz yazmıştır (nşr. Hilâl Nâcî – Züheyr Gāzî Zâhid, Beyrut 1407/1987). 2. el-Hidâye fî şerḥi’l-Kifâye. Önceki eserin şerhidir (Brockelmann, GAL Suppl., II, 10). 3. el-Ḥalâvetü’s-sükkeriyye fî ʿilmi’l-ʿArabiyye. Hindistan’da Tâne Emîri Alikrânâ b. Hümeyrânâ için kaleme alınan 100 beyitlik urcûzedir (a.g.e., a.y.). 4. el-Ḳılâdetü’l-cevheriyye fî şerḥi’l-Ḥalâveti’s-sükkeriyye. 821’de (1418) Dımaşk Sâlihiye’de tamamlamıştır (Brockelmann, GAL, II, 17; Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye, nr. 226 [müellifin mukabele ve tashihleriyle]). 5. ʿİnânü’l-ʿArabiyye. Arap diline dair bir urcûzedir (Sehâvî, III, 303). 6. Şerḥu Elfiyyeti İbn Mâlik. Müellifin üç cildini yazabildiği bu son eserini tamamlamaya ömrü yetmemiştir (a.g.e., a.y.). 7. Lâmiyye fi’n-naḥv. 500 beyitlik bir manzumedir (nşr. Hilâl Nâcî, Beyrut 1420/1999).

Peygamber Methi. Âsârî başta Kübrâ, Vuṣtâ ve Ṣuġrâ bedîiyyeleri olmak üzere Hz. Peygamber’i öven çok sayıda bedîiyye ve methiye yazmıştır. 1. el-Menhelü’l-ʿaẕbü’l-bedîʿ fî medîḥi’l-melîḥi’ş-şefîʿ. Müellifin bir mukaddime, on bölüm ve bir hâtimeden oluşan divanıdır. Mukaddimede cennetin sekiz kapısı sayısınca sekiz babda Hz. Peygamber’e salât ve selâm okumanın mahiyeti, önemi, farziyeti, keyfiyeti, fazileti ve sevabı gibi konular ele alınmış, her babda beş hadisten toplam kırk hadise yer verilmiş, her bölümün nesir halindeki mukaddimesinde Resûlullah’ın methinden örnekler zikredilmiştir. Birinci bölüm “Neylü’l-murâd fî taḫmîsi Bânet Suâd”, Kâ‘b b. Züheyr’in kasidesinin elli sekiz muhammeslik tahmîsidir (Konya Bölge Yazma Eserler Ktp., nr. 159; nşr. Hilâl Nâcî, Erbaʿa nuṣûṣ İslâmiyye nâdire, Bağdat 1427/2006, s. 73-88). İkinci bölüm “Ḥallü’l-ʿuḳde fî taḫmîsi’l-Bürde”, Bûsîrî’ye ait kasidenin tahmîsi olup aslının beyit sayısı (161) kadar muhammes içerir (Nuruosmaniye Ktp., nr. 3710; bazı nüshalarda adı “Âs̱ârü’l-maʿşûḳ” olarak geçmektedir: Süleymaniye Ktp., Yenicami, nr. 1185/3). Üçüncü bölüm “el-ʿİḳdü’l-bedîʿ fî medîḥi(medḥi)’ş-şefîʿ”, “Bedîiyye-i kübrâ” diye anılan en uzun bedîiyyesidir. 400 (409) beyit olup her beyitte icra edilmek istenen bedî‘ türünün ya da bir türün alt bölümlerinin adları ilgili beyitler içinde geçmektedir (Brockelmann, GAL, II, 17; Suppl., II, 10). Dördüncü bölüm “Refîʿu’l-bedîʿ fî medîḥi’ş-şefîʿ” 161 beyitten oluşmaktadır. Beşinci bölüm “Bedîʿu’l-bedîʿ fî medîḥi’ş-şefîʿ”dir; el-Bedîʿiyyetü’ṣ-ṣuġrâ olarak da tanınan kaside Bûsîrî’nin Ḳaṣîde-i Bürde’sine nazîredir. Burada Bedîʿiyye-i Kübrâ’da olduğu gibi ilgili beyitlerde bedî‘ türlerini belirten terimlere yer verilmemiştir. Bedîiyyât geleneğinde bedîî türler ilk defa lafzî, mânevî, lafzî ve mânevî şeklinde üç bölümde ele alınmıştır. Lafza yönelik bedî‘ türlerinde kırk beyitte altmış tür, anlama yönelik olanlarda kırk beyitte kırk tür, lafız ve anlama ilişkin olanlarda seksenden fazla beyitte 100 bedî‘ türü icra edilmiştir. Altıncı bölüm “Ġarîbü’l-bedîʿ fî medîḥi’ş-şefîʿ” 140 beyitlik recez veznindeki bedîiyyesidir. Bu da üç bölüm olup otuz sekiz beyti lafza, otuz sekiz beyti anlama, altmış bir beyti lafız ve anlama yönelik bedî‘ türlerine ayrılmıştır. Yedinci bölüm “Vesîletü’l-melhûf ilâ ehli’l-maʿrûf”, Kâ‘b b. Züheyr’in kasidesine nazîredir. Âsârî 110 beyitlik kasideyi, kendisine diliyle eziyet eden bir kişiye (Fakih Ebû Bekir b. Müste’zin) beddua için ve Allah’tan yardım dilemek üzere yazdığını ve o kişinin felç olup makamından uzaklaştırıldığını belirtmektedir. Bu etkisiyle tanınan şiiri Âsârî’nin bazı arkadaşlarının zalimlere beddua için okuduğu belirtilir (Vesîletü’l-melhûf, nşr. Hilâl Nâcî, Mevrid, III/1 [Bağdat 1974], s. 177-182). Sekizinci bölüm “Müntehe’s-süʾûl fî muʿcizâti’r-Resûl”, 103 beyitlik Ḳaṣîde-i Bürde’ye nazîre olup Hz. Peygamber’in 100 mûcizesini içerir ve 120 beyitten oluşur. Kaside el-Ferecü’l-ḳarîb fî muʿcizâti’l-ḥabîb adıyla da geçer (a.g.e., s. 15-20). Dokuzuncu bölüm “Nüzhetü’l-kirâm fî medḥi Ṭaybete ve’l-Beyti’l-ḥarâm” Hz. Peygamber’in, ayrıca Kâbe ve Medine’nin methine dair doksan beyitlik bir kasidedir (Ḫamsetü nuṣûṣ, s. 21-26). Onuncu bölüm “ʿArfü’l-müdâm fî nevâdiri’ṣ-ṣalâti ve’s-selâm” yine Hz. Peygamber’in faziletine, ona salât ve selâm okumanın tesirine ve şifalı oluşuna ilişkin kendisine ve başkalarına ait otuzu salât, beşi selâmla ilgili otuz beş anekdotu kapsayan mensur bir risâledir. Âsârî, bir anekdotunda 811 (1408-1409) yılında Mekke’de yakalandığı ağır hastalıktan bu risâle sayesinde şifa bulduğunu anlatır. Eserin “Miskü’l-ḫitâm fî eşʿâri’ṣ-ṣalâti ve’s-selâm” adlı hâtimesinde, Hz. Peygamber’e salât ve selâm içeren on altı kıta ile on dokuz beyitlik “Mîmiyye”ye yer verilmiştir (a.g.e., s. 27-32). Son olarak divanın nazmedilmesini isteyen, divanın kendisine takdim edildiği hayrat sahibi tanınmış tâcirlerden Muhammed Bedreddin İbnü’l-Müzallık’ı öven yirmi iki beyit yer alır. Ancak bu zat veya bir yakını, divanın sonuna Ebû Hâmid Cemâleddin Muhammed b. Zahîre’den Buhârî, Müslim ve Tirmizî hadislerinin semâ meclislerine dair on üç varaklık bir kısım eklemiştir. Divan Mekke’de 813 (1410) yılında düzenlenmiştir. 2. Bedîʿiyyâtü’l-Âs̱ârî. Ṣuġrâ, Vüsṭâ ve Kübrâ bedîiyyelerini kapsar (nşr. Hilâl Nâcî, Bağdat 1397/1977). Bu üç bedîiyye 807-810 (1404-1407) yılları arasında yazılmıştır. 3. Miftâḥu bâbi’l-ferec. Çoğu Ḳaṣîde-i Bürde ile Safiyyüddin el-Hillî’nin el-Kâfiyetü’l-bedîʿiyye’sine yapılmış nazîrelerden oluşan Hz. Peygamber övgülerini içerir (Brockelmann, GAL, II, 17). 4. Şifâʾü’s-siḳām fî nevâdîri’ṣ-ṣalâti ve’s-selâm. Otuz beşi salât, beşi selâmla ilgili kırk anekdotu içeren mensur bir risâledir (Ḫamsetü nuṣûṣ içinde, s. 33-44). 5. el-Ḫayrü’l-kes̱îr fi’ṣ-ṣalâti ve’t-teslîm ʿale’l-beşîri’n-neẕîr. Kırk hadisi kapsayan mensur bir risâledir (a.g.e., s. 47-60; nşr. Âtıf Vefdî, Mansûre 2006, Şifâʾü’s-siḳām ile birlikte). 6. el-Bedîʿiyye (Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 3838). 7. el-ʿUmde fi’l-muḫtâr min taḫ(â)mîsi’l-Bürde (li’l-Bûṣîrî) (Brockelmann, GAL Suppl., I, 469). 8. Menâʾiḥu’l-ḳarâʾiḥ fî muḫtâri’l-merâs̱î ve’l-medâʾiḥ (Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 416). Hilâl Nâcî, Âsârî’nin beş eserini (el-Ferecü’l-ḳarîb, Nüzhetü’l-kirâm, Miskü’l-ḫıtâm, Şifâʾü’s-siḳām, el-Ḫayrü’l-kes̱îr [mensur]) Ḫamsetü nuṣûṣ İslâmiyye nâdire adıyla yayımlamıştır (Beyrut 1990).

Diğer Eserleri. 1. Lisânü’l-ʿArab fî ʿulûmi’l-edeb. Arap dili ilimlerine dair 1000 beyitlik bir manzume olup sarf, nahiv, hat, mehâric-i hurûf, aruz, kafiye, zarûret-i şiir ve belâgat konularından bahseder; 809 (1406-1407) yılında Mekke’de kaleme alınmıştır. Kaynaklarda geçen Mecmaʿu’l-ereb fî ʿulûmi’l-edeb de aynı eser olmalıdır (Mektebetü’l-Evkāf, Musul, nr. 20/4; Sâlim Abdürrezzâk, VII, 84). 2. Fî edebi’l-kâtib ve resmi’l-ḫaṭ (Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 416). 3. Urcûze fî ʿilmi’l(ṣınâʿati’l)-kitâbe (Brockelmann, GAL, II, 17; Suppl., II, 10). 4. el-ʿİnâyetü’r-rabbâniyye fi’ṭ-ṭarîḳati’ş-Şaʿbâniyye. 790 (1388) yılında yazılan hat sanatına dair 1000 beyitlik manzumedir (nşr. Hilâl Nâcî, Mevrid, VIII/2, Bağdat 1979, s. 221-284). 5. el-Vâfî fî ʿilmeyi’l-ʿarûż ve’l-ḳavâfî (Brockelmann, GAL, II, 17). 6. el-Vechü’l-cemîl fî ʿilmi’l-Ḫalîl. Aruz ve kafiyeye dair 1000 beyit içerir (nşr. Hilâl Nâcî, Beyrut 1998). 7. er-Red ʿalâ men tecâveze’l-ḥad (Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 416). 8. el-Menhecü’l-meşhûr fî telḳībi’l-eyyâmi ve’ş-şühûr. Gün ve ay isimlerinin etimolojisine dair kırk bir beyitlik urcûzedir (nşr. Muhammed Ali el-Advânî, “el-Menhecü’l-meşhûr”, Mevrid, IX/4, Bağdat 1980, s. 599-608).

BİBLİYOGRAFYA :

Âsârî, Lâmiyye fi’n-naḥv (nşr. Hilâl Nâcî), Beyrut 1420/1999, neşredenin girişi, s. 5-19; a.mlf., el-Vechü’l-cemîl fî ʿilmi’l-Ḫalîl (nşr. Hilâl Nâcî), Beyrut 1998, neşredenin girişi, s. 13-29; a.mlf., Bedîʿiyyâtü’l-Âs̱ârî (nşr. Hilâl Nâcî), Bağdad 1397/1977, tür.yer., ayrıca bk. s. 85; a.mlf., Ḫamsetü nuṣûṣ İslâmiyye nâdire fî muʿcizâti’r-resûl ve feżâʾilih (nşr. Hilâl Nâcî), Beyrut 1990, tür.yer., ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 5-12, 21-26; a.mlf., Vesîletü’l-melhûf (nşr. Hilâl Nâcî, Mevrid, III/1, Bağdad 1974 içinde), s. 177-182; a.mlf., el-ʿİnâyetü’r-rabbâniyye (nşr. Hilâl Nâcî, a.e., VIII/2 [1979] içinde), s. 221-284; a.mlf., el-Menhecü’l-meşhûr fî telḳībi’l-eyyâm ve’ş-şühûr (nşr. M. Ali el-Advânî, a.e., IX/4 [1980] içinde), s. 599-608; Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, III, 13-29; İbn Hacer, İnbâʾü’l-ġumr, VIII, 82-84; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü’z-zâhire, Kahire, ts. (Matbaatü’d-Dâr), I, 12; Sehâvî, eḍ-Ḍavʾü’l-lâmiʿ, III, 301-304; İbnü’l-İmâd, Şeẕerât (Arnaût), IX, 267; İbnü’l-Gazzî, Dîvânü’l-İslâm (nşr. Seyyid Kesrevî Hasan), Beyrut 1411/1990, I, 75-76; Şevkânî, el-Bedrü’ṭ-ṭâliʿ, I, 315; Ahlwardt, Verzeichnis, VI, 158-160, 449-450; C. Zeydân, Târîḫu’l-âdâbi’l-luġati’l-ʿArabiyye, Kahire 1931, III, 130; Brockelmann, GAL, II, 17; Suppl., I, 469; II, 10; a.mlf., a.e.: Târîḫu’l-edebi’l-ʿArabî (trc. Hasan Mahmûd İsmâil), Kahire 1995, VI, 46-47; Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 416; Kehhâle, Muʿcemü’l-müʾellifîn, IV, 300-301; Mahmûd Rızk Selîm, ʿAṣru selâṭîni’l-Memâlîk ve nitâcühü’l-ʿilmî ve’l-edebî, Kahire 1963, VIII, 380; Sâlim Abdürrezzâk Ahmed, Fihrisü maḫṭûṭâti Mektebeti’l-evḳāfi’l-ʿâmme fi’l-Mevṣıl, Musul 1975, VII, 84; Ali Ebû Zeyd, el-Bedîʿiyyât fi’l-edebi’l-ʿArabî, Beyrut 1403/1983, s. 84-114; Ziriklî, el-Aʿlâm (Fethullah), III, 164; Ahmed Hân, “el-Âs̱ârî ve dîvânühû”, ʿÂlemü’l-maḫṭûṭât ve’n-nevâdir, IV/1, Riyad 1420/1999, s. 125-143; Hulusi Kılıç, “Bedîiyyât”, DİA, V, 323.

Âsârî’nin el-Menhelü’l-ʿaẕbü’l-bedîʿ fî medîḥi’l-melîḥi’ş-şefîʿ adlı eserinin ikinci bölümü “Ḥallü’l-ʿuḳde fî taḫmîsi’l-Bürde”nin ilk iki sayfası (Nuruosmaniye Ktp., nr. 3710)