Yalnızlık

Mary Shelley - SON İNSAN

 “Emeklerim uzun uzun yalnızlık saatlerimi şenlendirdi ve beni, eski sevecen yüzünü benden çevirmiş olan bir dünyadan çıkarıp imgelem ve güçle ışıldayan bir dünyaya yükseltti. Okurlarım büyük mutsuzluğu ve acıklı değişimi anlatışımda nasıl teselli bulabildiğimi soracaklar mı? Yaradılışımızın gizemlerinden biridir bu, benim üzerimde tam bir hâkimiyet kuran ve etkisinden kaçamadığım gizemlerden biri. Hikâyenin gelişimine kayıtsız kalmadığımı ve elimdeki malzemeden sadakatle aktardığım anlatının bazı bölümlerinde kederlendiğimi, hayır, kederlenmek de değil, acı çektiğimi itiraf ediyorum. Ama yine de insan doğası böyledir işte, aklın heyecanı benim için değerliydi, fırtınayı ve depremi, insanın fırtınalı ve yıkıcı hırslarını resmeden hayal gücü, gerçek üzüntülerimi ve sonsuz pişmanlıklarımı, o sahte üzüntü ve pişmanlıkları, acının ölümcül iğnesini çekip alan düşünceye büründürerek yumuşattı.” 


Bir
dergide veya bir yerlerde görüp de merak edip okumaya başladığım “SON İNSAN” romanı özellikle içinde bulunulan pandemi döneminde yaşanılan ruh halini yansıtması açısından önemli ve “KLASİKLER” olarak nitelendirilen bir eser. Roman beni çok etkiledi, sizin de beğenerek ve heyecanla okuyacağınızı düşünüyorum.

“Kara Ölüm” olarak adlandırılan veba hastalığı 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar dönem dönem Avrupa’dan Uzak Doğuya kadar geniş bir coğrafyayı etkisi altına aldı ve milyonlarca kişinin ölümüne sebep oldu.  Yazar özellikle 17. ve 18 yüzyıllarda yoğun şekilde gelişen bu salgından esinlenerek eserini kaleme almış.

      Kitabın yazarı Mary Shelley 1797'de İnsan hakları savunucusu Mary Wollstonecraft ile William Godwin'in kızı olarak Londra'da dünyaya geldi. Çok genç yaşında şair Percy Bysshe Shelley'e âşık oldu. Âşık olduğu şairin evli olması nedeniyle Cenevre'ye kaçan çift burada ünlü şair ve yazarlarla tanışma fırsatı buldu. Bir hafta sonu en güzel korku öyküsü yazma konusunda yapılan iddia ile o zaman henüz 19 yaşında olan Mary Shelley gördüğü bir kâbustan esinlenerek ilk yapıtı olan Modern bilim kurgunun da ilk eseri sayılan “Frankenstein'i” yazdı ve yazarlık hayatı başlamış oldu. Kocası Percy Shelley'nin ayrılığına dayanamayan eşi intihar etti ve Mary & Percy çifti bu olaydan 15 gün sonra 1816 yılında evlendi. Çiftin üç çocuğu dünyaya geldi bunlardan ikisini kaybettiler. Çift daha sonra İtalya'ya yerleşti. Mary eşini 1822 yılında bir deniz kazasında kaybetti sonrasında hayatta kalan tek oğlu Peray Florence ile İngiltere'ye döndü. Yazarın Edebi üslup açısından en iyi roman sayılan “Valperga” isimli eseri 1823'de, “Son İnsan” eseri de 1826 yılında basıldı. Mary Shelley 1851 yılında beyin tümöründen 54 yaşında hayata veda etti.

Yazar ve Kitap; Gotik Edebiyata özgü bilimkurgunun bir alt türü olan “apokaliptik” romanın ilk modern örneği ve bu türün en önde gelen eseri sayılır. Vahiy ya da gelecekle ilgili sırların aydınlığa kavuşturulması anlamındaki “apokalips” sözcüğünden türemiş olan apokaliptik, kurgu, salgın hastalık, nükleer savaş, sibernetik ayaklanma, doğaüstü olaylar, çevre felaketi ya da başka afetler yüzünden uygarlığın sonunun gelmesini irdeler. Son İnsan, bugün sıradan sayılacak kadar yaygınlaşmış bir konuyu, insanlığın yok oluşunu ele alan ilk büyük romandır. Shelley, bir salgının Batı dünyasındaki etkilerini Romantik dönemin akıcı üslubuyla dramatize eder ve gerçek kişilerin yansıması olan zıt karakterler eksenindeki bir kurguyla aktarır. Romandaki başlıca karakterler kısmen ya da tamamen Shelley'nin çevresindeki kişilerden esinlenilmiştir. Örneğin doğal bir cennet arayışı içinde tanıdıklarını peşinden sürükleyen Adrian, yazarın eşi Percy Bysshe Shelley'nin kurgulanmış portresidir. Yunanlılarla savaşmak için İngiltere'den yola çıkan ve İstanbul'da ölen Lord Raymond ise Lord Byron'ın yaşamından esinlenmiştir. Roman, yazarın "seçkinler" diye adlandırdığı çevresini kaybetmekten duyduğu acıyı ve dünyanın anlamsızlığını, bireyin tarihi yönlendirme gücünden yoksun oluşunu da dile getirir. Shelley günlüğünde "Son İnsan’dan " alter ego'm, ikinci benliğim, yoldaşlarımın benden önce ölmesiyle sevgili bir gruptan geri kalan yadigâr" olarak söz eder.

Mary Shelley kitabına; romanın kahramanı “Lionel Verney’in”, İngiltere Kraliyet kademesinde devlet adamlığı yapmış babasının kraliyet ailesinden dışlanması, annesini bu sıkıntılı zamanda terk etmesi ve bu sıkıntılara dayanamayan annesinin hayattan kopmasını anlatarak başlıyor. Romanda Lionel Verney’in yaşadığı acılar, babasızlık, anne sevgisinden mahrumiyet, küçük yaşta anne kaybetmenin yarattığı boşluk, annesi öldükten sonra İngiliz Kraliyet ailesine tekrar dönüşü, orada tekrar bir yer edinmesi, güzel cümlelerle uzun uzun anlatılıyor. Verney tüm bunları yaşadığında ise henüz 5 yaşında. Kız kardeşinin kraliyet vekili arkadaşıyla evlenmesi, Yunanistan’a oradan birçok Avrupa ülkesine sırf idealleri için gidişi Romanda geçen ana temalardan. Kurduğu etkili ve akıcı cümleler yazarın bu acıları ve sevgisizliği gerçek hayatında da yaşadığını gösteriyor. Özellikle küçük kızının ölümünde çektiği ıstırabı eserde birebir görmek mümkün, öyle ki eserdeki kahramanlardan birinin ölüm tarihini kendi kızının ölüm tarihiyle birebir aynı tarih olarak belirtiyor. Yazarın yer yer kendi döneminde ve daha önceki dönemlerde yaşamış, Yunan, İngiliz, İspanyol, İtalyan yazar ve şairlerinden de alıntılar yaptığı eserinde, Yeni Ahit’ten de bolca alıntılar yapıyor. Ayrıca Avrupa’da dolaştığı yerlerle ilgili yaptığı betimleme ve tasvirler son derece etkileyici. 610 sayfalık kitabın ortasına kadar kendi çevresinde gelişen savrulmuş hayatını, çektiği acıları, gençliğin getirdiği isyankâr tavrı, romanı ortasına kadar bir zemine oturtup, bundan sonra da vebanın yayılması üzerinden eserine devam ediyor. Vebanın aldığı canlar, hastalığın tüm Avrupa’ya ve dünyaya yayılması, insanların dünyanın dört bir yanına savrulması mistik ve bilimkurgu havasında anlatılıyor. Tüm Avrupa kıtasında gezip dolaşan, romanın kahramanı Lionel Verney, en sevdiği dostunu, sevdiği kadını, kızını ve çevresinde bulunan tüm kahramanların başından geçenleri; Romanın temel iç yapı unsurlarından bakış açısı ve anlatıcı düzleminin kurmaca evrendeki görüntü düzleminde; “hâkim/ tanrısal/ ilahi bakış açısı üçüncü tekil (o) anlatıcı, kahraman/ ben bakış açısı anlatıcı” olarak okuyucunun önüne seriyor. Kahramanlarının yaşadıklarını duygu dünyasını, hislerini, olaylar karşısında takınabileceği tavrı ve bulunabileceği davranışı birebir anlatarak romanda heyecan ve akıcılık sağlıyor. Birkaç örneğini vereceğim o kadar mükemmel ve vurucu cümleler kuruyor ki yazar, bu kalite ve içerikte cümle kurmak günümüz yazar ve sairler için ulaşılması biraz zor bir başarı denilebilir. Edebi dildeki mükemmelliğe ilaveten, heyecan, macera, tarih ve drama hazırsanız kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum. Romanın sonunu özellikle anlatmadım. Sadece, son derece dramatik diyebilirim. Bu arada yazar eserin birkaç yerinde Türkiye, Türkler ve İstanbul’dan da bahsediyor. Bu bölümlerde biraz taraflı olduğu söylenebilir. Sonuçta bu durum yazarın kendi bakış açısı ve pek de üzerinde durulmaması gereken bir konu. Son olarak roman, 2100 yılına gelip dayanıyor.

Romanın bir yerinde yazar, Calderon de la Barca, “Hayat Bir Rüyadır”, kitabından bir alıntı şiir aktarıyor ve şöyle sesleniyor yeryüzünde gördüğü çarpıklığa;

“Her taş bir piramidi yükseltir,

Ve her kat bir binayı,

Her bina yüksek bir mezardır,

Her asker ise canlı bir iskelet “


 Mary Shelley romanın bir başka yerinde vebanın getirdiği yıkımı şu etkileyici cümle ile dile getiriyor; “Arkasında ağlayanı olmayan binlerce insan öldü, çünkü daha ölenin cesedi soğumadan, yas tutanın kendisi can veriyor, ölüm onun sesini soluğunu kesiyordu.”

 Yazar bir başka yerde ise; “Bütün dünya vebaya tutuldu, değerli hazinelerimi, ölümün gölgesi dünyanın üstünden çekilip gidinceye kadar, hastalık bulaşmamış hangi kuytu köşede saklayabilirdim? “gibi düşündürücü bir cümle kuruyor.

Yazar, romanın bir diğer yerinde ise kahramanlarından birini şu çarpıcı cümleyle tarif ediyor; “Düşüncesi yüceydi, soyluydu, ama bütün bunların da ötesinde, alçakgönüllü tutumu, erdemli bir davranışta bulunduğunu göstermeyi aklından bile geçirmeyişi insanı kat kat fazla duygulandırır nitelikteydi. “

 Yazar kitabın 352. sayfasında şu müthiş cümleleri kurup hem kendi hayatını hem de romanda yaşanılan zor zamanları sorguluyor; “İnsanın iyiliği için çabalayan kişi sık sık nankörlükle karşılaşacaktır, kendisinin ektiği kötülükle ve ahmaklıkla sulanan tohumdan çıkan nankörlükle. Gençliğimizde dünyayı “gece vakti gelen hırsız gibi” adımlayan ölüm, yer altındaki bodrumundan ok gibi fırlayıp çıkmış, güçle donanmış olarak, kara bayrağını sallaya sallaya bir fatih gibi geliyor.”

 

Son olarak yazar, romanın bir yerinde bir grup insanla umutsuzca yol alırken aşağıdaki şu şahane paragrafı kaleme alıyor. Bu bir nevi yazarın kendi yaşadıklarının da yansımasıdır diye düşünülebilir.

“Fransa’nın içinde yol alırken ilerleyişimize damgasını vuran son olaylar öyle görülmemiş bir dehşetle ve öyle ümitsiz bir ıstırapla doluydu ki, üzerinde uzun uzun durmaya cesaretim yok. Her olup biteni en ince ayrıntılarıyla açıp gözler önüne serecek olsam, en küçük anların her bir parçasına, en önemsiz kelimesi bile körpe damarlarındaki kanı donduran yürek parçalayıcı birer hikâye sığar. Yok olmuş insan soyunun anıtını sana ders olsun diye dikersem, bu doğru bir şey olacak. Ama bu, ne hastane koğuşlarında seni peşimden sürükleyeceğim anlamına gelir ne de ceset odalarının gizli bölmelerinde dolaştıracağım demektir. Bundan dolayıdır ki, hikâye hızla gelişip ilerleyecek. Perişan görüntüleri, çaresizlik sahneleri, ölümün kazandığı son zaferin geçit alayı gelip geçecek gözlerinin önünden, ama kuzey rüzgârının göğün lekelenmiş ihtişamında önüne katıp sürdüğü hafif, uçuşan bulutların hızıyla. “  

İyi Okumalar Dilerim.

Ankara 2020

 

 

DİPNOTLAR;

Kaynak; Mustafa KELEŞ, “HAYATTAN”, 13.07.2019

Kaynak; Son İnsan, Can Yayınları, 2013 Birinci Baskı

Kaynak; Veysel ŞAHİN, “Romanda Bakış Açısı ve Anlatıcı Düzlemi”, AĞÇA Yayınları

Kapandık...

Kaygılar Beri...

Bu Çağ

Kıymetli Babacığım



Kıymetli Babacığım

   Kıymetli babacığım, anneciğim,                                                      
Mektubuma başlarken, önce selam eder, hürmetle o mübarek ellerinizden öperim. Abime, ablama, küçük kardeşime selam eder, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Nasılsınız? iyi misiniz?  Dedem nasıl oldu, İnşallah iyidir. Onun da ellerinden hürmetle öperim. Hepinizi çok özledim, burnumda tütüyorsunuz. Annemi de seni de çok özledim. Annemin öksürüğü nasıl oldu? Dedemin gözleri iyi mi? İnşallah iyi olmuşlardır.

   Kıymetli babacığım,

   Eğer siz de beni sual edecek olursanız, şükür sizleri özlemekten başka derdim yoktur. Askerlik aynı amcamın anlattığı gibi, nöbette, içtimada geçiyor. Arada bir çavuştan yediğimiz dayağı da saymazsak, başka bir sıkıntımız yoktur. Sabahları erkenden kalkıp yataklarımızı düzeltiyor, botlarımızı boyuyor, tıraşımızı da olduktan sonra yemekhaneye inip sabah yemeğimizi yiyoruz. Daha sonra bölük içtiması için bahçeye inip oradan da arazide eğitime gidiyoruz. Tüfek atışları, koşu, yat-kalk-sürün eğitimleri yapıyoruz. Günler su gibi akıp gidiyor. Askerliğe başlayalı, bugün tamı tamına 14 ay 21 gün olmuş, kıymetli babacığım. Yaklaşık 5 ayım daha var anlayacağınız. Sizlerin hasretliği burnumda tütüyor. İnşallah sağ salim askerliğimi bitirip köyümüze döneceğim. Annemi, kardeşlerimi hepinizi çok özledim.

   Kıymetli babacığım,

   Geçenlerde hem bölükte arkadaşlardan hem de komutanlarımdan duymuştum, Kıbrıs’a bir çıkarma yapacağımızdan söz ediliyor. Belki biz de gidebilirmişiz. “Vatan borcu kutsaldır” diye söylerdin hep, vatan için seve seve canımı veririm sevgili babacığım. Gidersem oradan da mektup yazarım sizlere. Akşamları içtimadan sonra arkadaşlarla hep bunu konuşuyoruz. Maraş’tan başka bir yere çıkmadım ama Kıbrıs’a gidersem orada da Maraş varmış duyduğum kadarıyla. İnşallah orada da yabancılık çekmem.
Kıymetli Babacığım, mektubuma burada son verirken hepinize selam eder, büyüklerin hürmetle ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Ayrıca Ayşe’ye, Oğlum Mehmet’e de selam ederim.
Allaha emanet olunuz…
           Oğlunuz; Mehmet KÜÇÜK
1021 Ağır Bakım Taburu,
4.İstihkam Bölüğü- Erzurum
20.04.1974

   Babamdan bu mektubu aldığımızda, günlerce cebimde taşımış, her gün doya doya defalarca koklamıştım. Ayrıca mektubun geldiği zarfın içine de toplu olarak bölükçe çektirdiği bir fotoğrafını koymuştu babam. Fotoğrafta babamı bulmak için saatlerce bakmış ama bulamamıştım. Annem göstermişti, herkes birbirine benziyordu çünkü. Okuma yazmam yoktu o zamanlar, çok küçüktüm, altı yaşındaydım. Ama daha şimdiki gibi aklım yetiyor, hatırlıyorum tüm olanları.

   Köyümüz dört tarafı dağlarla çevrilmiş yeşilliğiyle Cennet’ten bir köşeydi. Ortasından bir ırmak akar, çevresi, kavak, çınar, söğüt ağaçlarıyla bir gelin gibi süslüydü. Yaz gelince, her yanı bir çiçek kokusu kaplar, bağlarında salkım salkım üzümler, bahçelerinde, her türlü meyve, sebze, ceviz, dut, erik, elma, şeftali ağaçları yetişirdi. Dut ağaçlarına çıkar, saatlerce başında en lezzetli dutları hem yer hem de toplardık.

      Babam okula geç başlamıştı ve köyde okul yoktu, çok uzak ilçeye giderdi okumaya. Annem babamın köyden ilçeye saatlerce yürüyerek gidip geldiğini anlatırdı hep. Erken evlenmişti annemle babam. Babam on yedisinde annem on altısındaymış evlendiklerinde. Köy yerinde erken evlendirilir hep gençler, vakit tamam oldu denir, tanıdık akrabadan birinin yetişkin kız evladı varsa hemen nişan düğün yapılırdı gençlere.  Yetişkinlikten kasıt on altı on yedi on sekiz yaşları. Yirmisinden sonra evde kalırsın köyün deyimiyle. Dedikodu için bu yaş yeterliydi köy yerinde. Evin bir odasına yerleştirilirdi evli gençler. Gündüz babasıyla tarlaya, bağa, bahçeye, çobanlığa giderlerdi. Akşamları hep birlikte aynı sofraya oturulur, yemek yenilirdi. Bu şekilde babayla beraber en az on yıl aynı evde kalınırdı. Tarla, bağ bahçe beraberce ekilir, dikilir, kazılır, hasat edilirdi. Babanın belirlediği gün vakit tamam olduğunda da evler ayrılır, evlilere yeni bir ev yapılır oraya yerleştirilirdi. Bu da yaklaşık on yıllık bir zamandı. Baba tarladan bir iki dönüm, birkaç baş da hayvan verirdi. “Evi ayrıldı” denir, artık ayakları üzerinde duracak duruma gelmiştir gençler denilirdi. Biz dedemlerden henüz ayrılmamıştık. Halalarım, dedem, ninem, amcalarım hep beraber aynı evde kalıyorduk. Yaklaşık 15 kişi vardık aynı evde. Ben dedemi ve ninemi çok severdim. Evin ilk torunuydum, beni yere düşürmezlerdi, çok severlerdi. Dedem Maraş’a her gittiğinde eli boş gelmez, bana muhakkak bir şeyler alırdı. Oyuncak, boya kalemi, topaç, bilye aklıma gelenler. Bunları görünce sevinçten havalara uçardım. Dünyalar benim olurdu.

   Bu mektuptan yaklaşık bir ay sonra, kısa bir mektubu daha geldi babamın. Mektubunda Kıbrıs’a gidecekler arasında kendisinin de olduğunu, bir haftaya kadar da gideceklerini yazıyordu. O mektubu aldığımda dedemin gözleri dolmuş babamla gurur duyduğunu söylemişti. Babam dedemin ilk çocuğuydu. Ninemse günlerce ağlamıştı.  Babam gözü kara cesur biriydi, gözünü budaktan esirgemezdi. Köyde genç yaşıtlarıyla güreş yapıldığında hep o kazanırdı. Hep babam gibi olmayı hayal ederdim.

   Annem babamın adı söylendiğinde, sessiz sessiz ağlar, hiçbir şey söyleyemezdi. Sadece gözleri uzaklara dalar, sorduğumda da yakında geleceğini söylerdi. Annemle babamın birbirlerine doyamadıklarını birbirlerini çok özlediklerini ben bilirdim. Yakında gelip bize her yeri gezdirecekti. Maraş’a gidecektik oradan tüm şehirleri karış karış gezecektik.

   Annem çiğdemi çok severdi. Babam ona bahar geldiğinde hep çiğdem sümbül getirirdi. Dağ bayır demez çiçek toplar, bazen beni de yanında götürür beraber toplardık. Eve getirdiğimizde günlerce çiğdem, sümbül kokusu gitmezdi evimizden. Sanki babam hep çiğdem kokardı, sümbül kokardı.

   Yine çiçek toplamaya gittiğimiz bir gün koşarken düşmüş, kafamı yerdeki sivrice bir taşa çarpmıştım. Kafam yarılmış, epeyce kanamış, epeyce acımış, uzun süre ağlamıştım.
Babam;
-          Yavrum! güzel kuzum! Neden dikkat etmedin? neden koştun? Bak kafan da kanadı, öleceksin sandım, demişti.
 O zaman sormuştum babama!
-          Babacığım, ölmek ne demek?
-          Babam uzun uzun anlatmıştı, ama ben anlamamıştım.

    Bir gün ben de babama mektup yazmak istedim, henüz küçüktüm, okuma yazmam da yoktu haliyle ama halamdan babamın adını, annemin adını, kendi adımı yazmayı öğrenmiştim, bir de çiçek yapmayı. Bir zarf, bir de defter sayfası bulup, annemin adını, kendi adımı, yazdım, bir de kâğıdın çevresini çiçeklerle süsledim. Halam da yardım etti, bir iki kelime de o bir şeyler yazdı, babama gönderilmek üzere bakkala verdik. O zamanlar köyümüzde Postane yoktu, köyün bakkalı vardı. Tüm şehre gönderilecek eşyalar, mektuplar, satılacak yoğurt, süt ne varsa bakkalda toplanır, birkaç günde bir oradan şehre götürülürdü.

   Köyün bakkalı Ethem amca saçı sakalı birbirine karışmış yaşlıca, iyi biriydi. Gözlerinde yılların yorgunluğu, omuzlarında yılların yükü vardı sanki. Ayrıca uzaktan da akrabamız olurdu. Ethem amcaya Mektubu gönderdiğimiz günden itibaren hemen her gün gider, mektubun cevabı geldi mi? ne oldu? diye sorardım. Her gidişimde cebime bisküvi, şeker, gofret doldurur, Ayşe’nin yetimi geldi diye sever, başımı okşar mektubuna henüz cevap gelmedi der beni gönderirdi. Bu günlerce sürdü. Babamdan ne bir mektup geldi ne bir haber. Arada dedem radyodan haberleri dinler, bizimkiler yine bir köyü almış, yine bir kasabaya çıkmış, şehidimiz de varmış, der, gelenlere anlatırdı. Ben de hem radyoyu dinler hem de “Babam ne zaman gelecek?” diye sorardım. Beni sevindirecek bir cevap alamazdım. Nineme de her sormamda o da babamdan bir haber olmadığını söylerdi. Nedense annem dedeme bir şey sormaz, soramazdı. Ben sorduğumda; “Yakında gelecek kuzum” derdi annem, ben yine oyuna dalar gün boyu unutur giderdim babamı. Akşamları hatırlardım hep babamı. Akşamları hep özlerdim babamı. Ceketini, gömleğini koklardım. Ceketi çiğdem kokardı, gömleği sümbül kokardı babamın.

   Bir gün köye bir araç geldi, içinden üç dört asker indi. Omuzlarında silahları, ellerinde ve sırtlarında çantaları, bellerinde kalın kalın kemerleri vardı. Köylülerden birine bir şeyler sorduklarını, bizim eve doğru yöneldiklerini anladığımda hemen fırladım. Babamdır dedim belki de babam gelmiştir. Merdivenin başında içlerinden birinin önünü kestim.
-          Babam nerede asker abi? babam neden gelmedi? O da sizin gibi askerdi ya!
İçlerinden elbisesi farklı olan hemen cevap verdi.
-          Kim senin baban küçük adam.
Mehmet adı, Mehmet Küçük benim babam, ben onun oğluyum asker abi.
Birden yüzünün şekli değişti sanki, yutkundu bir an, bir şeyler söylemek istedi belki ama ben anlayamadım.
-          Deden nerede senin? bizi dedene götürür müsün?
-          Tabi asker abi, dedem tarladadır şimdi, siz yukarı çıkın, yukarıda ninem var, ben hemen çağırıp geleyim.
Hemen aşağı fırlayıp koşarak tarlaya gittim. Dedem bahçeyi suluyordu. Akşam sabah çıkmazdı o bahçeden. Tüm sıkıntısını derdini o bahçede atardı. Dedeme olanları anlattıktan sonra beraberce eve geldik. Yukarı çıkıp askerlerle hoşbeş ettikten sonra, az önce benimle konuşan asker abi, konuşmaya başladı.
-          Halil amca, biliyorsunuz Kıbrıs’a askeri çıkarma yaptık, askerlerimiz de orada düşmanla kahramanca çarpışıyor, hepimiz bu memleketin birer evladıyız, doğarken de bu vatan için kurban olmaya, şehit olmaya yeminli doğmuşuz. Annelerimiz bizi bu vatan için dünyaya getirmiş. Oğlunuz, Mehmet de Kıbrıs’ta görev yapıyordu biliyorsunuz.
Der demez dedemin gözlerinden bir yaş boşandı, içli içli hıçkırarak ağlamaya başladı. O koskoca adam gitti, yerine çaresiz, eli kolu yana dökülmüş zavallı bir adam geldi sanki. Olacakları, söylenecek kelimeleri anladı, yaşlı gözleri yere dikildi ve hiçbir şey söyleyemedi. Uzunca bir süre tek kelime etmedi. Askerin dediklerini de duymadı belki. Sadece yere bir noktaya bakıyordu. Bir müddet öyle kaldı sonra;
-          Vatan sağ olsun diyebildi, Vatan sağ olsun!
        Ben o küçük aklımla olanları anlamaya çalışıyordum. Asker abiler bir şeyler çıkardılar getirdikleri çantalardan ve dedeme teslim ettiler. Bunlar babamın eşyalarıydı. Ceketi, gömleği, ayakkabıları, çantası. Hepsini tek tek torbadan çıkarıp teslim ettiler. Bir de kutu içinde bir şeyler verdiler. Dedem hem ağlıyor hem de verilen eşyaları teslim alıyordu. O sırada içeriden bir feryat koptu…
   Akşam oldu kim var kim yok, tüm köy, eş dost akraba toplandı evimize. Evin önüne bir bayrak dikildi. Bir haneye bayrak iki şey için dikilirdi, bunu ta sonraları dedemden öğrenmiştim. “Eve gelin girdiğinde, evden vatan için biri çıktığında. İkisi de düğün demekti.” İçerideki odadan kadınların feryatları geliyordu. Bu toplanmalar, ziyaretler yaklaşık on beş gün sürdü. Giden gelen eksik olmadı hiç. Kur’anlar okundu, dualar edildi. Bizi hiç yalnız bırakmadılar. Ben hep babamı sordum anneme, hep babamı sordum dedeme.
-          Babam nerede? Ne zaman gelecek, ne zaman gelecek babam dede?
Hiç doğru düzgün bir cevap alamadım, yakında gelecek, dediler sadece yakında gelecek.
Bu sürede annemin hiç göz yaşı dinmedi için için sessizce her gün ağladı, ağladı.
   Aradan yaklaşık bir yıl geçti. Ben bu arada babamın geleceği günü hep bekledim, hep umut ettim. Ama babam gelmedi, gelmiyordu. Bir gün anneme neden gelmedi babam dedim. Annem beni kucakladı ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Dolabı açtı bir kutu çıkardı. Bu kutuyu asker abilerin geldiğinde, babamın eşyalarını verdiği gün görmüştüm. Dedeme verdikleri kutuydu bu. Annem kutuyu açtı, içindekilerin hepsini sehpanın üzerine tek tek özenle dizdi. Yüzüğü, saati, tıraş malzemeleri, kolyesi hepsi oradaydı. O anda eşyaların içinde babama yazdığım mektubu gördüm. Üzerinde babamla çiçek toplamaya gittiğimiz gün kafamı taşa vurduğumdaki kırmızı, kızıl rengi gördüm, mektup tamamen kırmızı renge bulanmıştı.

“O zaman anladım ki, babam yazdığım mektubu yanından hiç ayırmamıştı ve bir daha hiç gelmeyecekti.”


72 Millet, Milyarlar Biziz.


   Bizler fani olarak,  72 millet milyarlarca canlıyız. Birimizin yüzü birine, birimizin huyu birine benzemez. Birimizin huyu birine benzemez, benzemediği gibi benzeyeni de beğenmeyiz. Böyle bir harikuladelik ile ve bu kadar muazzam bir yaradılış zekası ve yoğunluğuyla Halk edilmişiz.
   Bütün bunlara rağmen insanoğlu hep bir mükemmelliğin, hep bir kusursuzluğun, hep bir ölümsüzlüğün peşindedir. Yüzyıllar boyu belki de yaradılıştan bu yana bu böyledir. Ömrünü bu imkansızlığın peşinde eritir,  tüketir gider insanoğlu. Bunlara ilaveten ayrıca bu eksik yaradılışımızda, bu aciz durumumuzda kimseyi de beğenmeyiz. Hak bize yetecek kadar olanı yaratmıştır aslında, bununla yetinmeyi bir öğrenebilsek en mükemmel biziz. Tabi bu bir çok insan için eksik bir durumdur.Hep sorgular, hep dünyadaki olan şeylerin kafamızdakiyle, aklımızdakiyle bu şekilde olmasının neden böyle olduğuyla uğraşırız. Sorgularız, yanlış, doğru, uzun kısa, az,  çok tüm zıtlıkları sorgular dururuz. Bizim görüşümüzde, bizim yaşam tarzımızda olmayanı yok sayarız, yanlış sayarız, kabullenmeyiz. 
   Oysa hayat bir renktir, ve her pencereden bir renk yansır, her pencere farklı bir dünyaya açılır. Yaratılmış her canlı, her cansız varlık bir renktir. Her bir renk ayrı bir dünyadır, yaradanın insanoğluna bahşettiği tecellisidir. O murat etmiştir, herşey bu şekilde olmuştur. Sorgulamak, kendimizce yargılamak, kendimizce farklı kanaatlere varmak elbette bazen olmaması gerekse de yaptığımız birşeydir. Ama eğer ki biz sonuçta İslam bireyi, İslamiyet inancı mensubu isek, dinimiz bize dinin temel esasları konusunda önce teslimiyeti, sonra itikat ve itaati emreder. Teslim olup itaat etmeliyiz.      Bu andan itibaren sorgulamak şeytanın vesvesesinden başka birşey değildir. Her düşünceye bakarız, her düşünceyi dinleriz, doğruluğunu İslami çerçevelerde tartar ona göre karar veririz. Dinimizin Kitap, Sünnet, İcmaa, ve Kıyas dörtlüsüne uymasına bakarız. Anlayış gösteririz ama müdahale ve cebir bizim şahsi vazifemiz değildir. Birisi bir suçun faali olmuşsa ceza verici biz olamayız. O ona bakan İslami müessesenin işidir. Selâm ve DUA ile.

Endülüs-Elhamra Sarayı

Ne de çok acı savrulmuş semaya...

Tüketim ve Maneviyatı...

Cumanın bitişiyle birlikte hafta sonu telaşı başlıyor, Büyük çoğunluğu alışveriş ve tüketim amaçlı olan planlar hafta sonunun ana temasını teşkil ediyor. Alış veriş yapılmadan, AVM’ye uğranılmadan geçirilmiş bir hafta sonu şu ahir ömrümde ben hatırlamıyorum. Günümüz coğrafyasında tüm erkek milleti için de bu durumun aynı minval üzerine olduğunu düşünüyorum. Maalesef çağımız tamamen tüketim odaklı inşa edilmiş durumda. Yetişmekte olan yeni nesil de bu davranış psikolojisi üzerine geliyor. Üretim fikri son yıllarda gündemden  tamamen kalktı. Paranın saadeti ve mutluluğu getirmeyeceği anlayışı ve düşüncesi sadece lafta kalmış durumda.
   Tüketimin ana kaynağı maneviyat eksikliği. Doyumu arayan, sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan insanoğlu, maneviyattan yoksun ve uzak kaldığı her saniye maddiyatın ve dünyanın batağına sürüklenip duruyor. Bunun içinse hiç bir gayret ve çaba göstermiyor. Toplumların ve milletlerin batmasındaki ana temanın maneviyatın ve kültürün bitmesi ya da zayıflaması olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Tarih kitaplarında bu uzun uzadıya anlatılıyor. Yakın tarihimize baktığımızda bunu çok net görebiliyoruz. Zevke sefaya ve kişisel çıkarlarına yenik düşen idareciler, yapılan her türlü dünyevi işte beklenen maddi karşılıklar, acıma duygusundan yoksun sadece kendi cebini düşünen, iş ve esnaf anlayışı burada göze çarpan en bariz çürümeler.
   Oysa böyle mi diyor kitap, böyle mi yaşamış Yüce Nebi? Komşuyu bile o kadar hakla donatmış ki Yüce dinimiz, neredeyse mirasçı tayin edecekmiş gibi. Yardımlaşmayı, kanaati, merhameti, acıma ve sevgiyi ana esaslardan alan dinimiz, geçmiş dönemlerde yapılan haksızlıkları zulümleri bir devrimle söküp atmış, ulaştığı her beldeden. Çürümüş ruhlara, küflenmiş gönüllere abı hayat suyu olmuş getirdiği her tebliğ. Yaşadıklarıyla örnek olmuş Yüceler yücesi büyük Nebi. İsrafı haram kılmış tüm inananlara. Oysa şimdi...
   Günümüzde tek ayakkabı giyilmez, yırtık dikilmez, eski tamir edilmez oldu. Ekmek, yemek, su gibi hayati kaynaklarımız savurganca harcanır oldu. Acın hali anlaşılmaz, garibin derdi sorulmaz oldu. Fakirin sofrası görülmez, ihtiyarın evi ocağı örülmez oldu bugün. Anadan babadan, haber alınmaz oldu bugün. Yeryüzüne acı keder ve gözyaşı doldu taştı bugün. Tüm dökülen kanların sebebine, açlığın savaşların, sefaletin sebebine baktığımızda tek gerçek neden var; Maneviyat eksikliği Maddiyat sevdası.
   Kendimizden ve çocuklarımızdan tüm aile bireylerimizden başlayarak Manevi iklimlere yelken açmalıyız. Maddiyat temalı söylemleri ve davranışları mümkün olduğunca azaltmalı ve bitirmeliyiz. İlmek ilmek nakış nakış manevi havayla işlenen bir toplum asla yıkılmaz, asla zayıflamaz, asla tökezlemez. Hak yolda buğday tanesi kadar atılan bir adım yarın Huzuru Mahşerde sırattan toz duman geçilen bir amelin habercisi olacaktır İnşallah. Hak Teâlâ nefislerimizi Islah eylesin.
Âmin.

02 ARALIK 2018, 15:33