Kıymetli babacığım, anneciğim,
Mektubuma başlarken, önce selam eder, hürmetle o mübarek
ellerinizden öperim. Abime, ablama, küçük kardeşime selam eder, büyüklerin
ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Nasılsınız? iyi misiniz? Dedem nasıl oldu, İnşallah iyidir. Onun da
ellerinden hürmetle öperim. Hepinizi çok özledim, burnumda tütüyorsunuz. Annemi
de seni de çok özledim. Annemin öksürüğü nasıl oldu? Dedemin gözleri iyi mi? İnşallah
iyi olmuşlardır.
Kıymetli babacığım,
Eğer siz de beni sual edecek olursanız, şükür sizleri
özlemekten başka derdim yoktur. Askerlik aynı amcamın anlattığı gibi, nöbette,
içtimada geçiyor. Arada bir çavuştan yediğimiz dayağı da saymazsak, başka bir
sıkıntımız yoktur. Sabahları erkenden kalkıp yataklarımızı düzeltiyor,
botlarımızı boyuyor, tıraşımızı da olduktan sonra yemekhaneye inip sabah
yemeğimizi yiyoruz. Daha sonra bölük içtiması için bahçeye inip oradan da
arazide eğitime gidiyoruz. Tüfek atışları, koşu, yat-kalk-sürün eğitimleri yapıyoruz.
Günler su gibi akıp gidiyor. Askerliğe başlayalı, bugün tamı tamına 14 ay 21
gün olmuş, kıymetli babacığım. Yaklaşık 5 ayım daha var anlayacağınız. Sizlerin
hasretliği burnumda tütüyor. İnşallah sağ salim askerliğimi bitirip köyümüze
döneceğim. Annemi, kardeşlerimi hepinizi çok özledim.
Kıymetli babacığım,
Geçenlerde hem bölükte arkadaşlardan hem de komutanlarımdan
duymuştum, Kıbrıs’a bir çıkarma yapacağımızdan söz ediliyor. Belki biz de
gidebilirmişiz. “Vatan borcu kutsaldır” diye söylerdin hep, vatan için seve
seve canımı veririm sevgili babacığım. Gidersem oradan da mektup yazarım
sizlere. Akşamları içtimadan sonra arkadaşlarla hep bunu konuşuyoruz. Maraş’tan
başka bir yere çıkmadım ama Kıbrıs’a gidersem orada da Maraş varmış duyduğum
kadarıyla. İnşallah orada da yabancılık çekmem.
Kıymetli Babacığım, mektubuma burada son verirken hepinize
selam eder, büyüklerin hürmetle ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Ayrıca
Ayşe’ye, Oğlum Mehmet’e de selam ederim.
Allaha emanet olunuz…
Oğlunuz; Mehmet
KÜÇÜK
1021 Ağır Bakım Taburu,
4.İstihkam Bölüğü-
Erzurum
20.04.1974
Babamdan bu mektubu
aldığımızda, günlerce cebimde taşımış, her gün doya doya defalarca koklamıştım.
Ayrıca mektubun geldiği zarfın içine de toplu olarak bölükçe çektirdiği bir
fotoğrafını koymuştu babam. Fotoğrafta babamı bulmak için saatlerce bakmış ama
bulamamıştım. Annem göstermişti, herkes birbirine benziyordu çünkü. Okuma
yazmam yoktu o zamanlar, çok küçüktüm, altı yaşındaydım. Ama daha şimdiki gibi
aklım yetiyor, hatırlıyorum tüm olanları.
Köyümüz dört tarafı
dağlarla çevrilmiş yeşilliğiyle Cennet’ten bir köşeydi. Ortasından bir ırmak
akar, çevresi, kavak, çınar, söğüt ağaçlarıyla bir gelin gibi süslüydü. Yaz
gelince, her yanı bir çiçek kokusu kaplar, bağlarında salkım salkım üzümler,
bahçelerinde, her türlü meyve, sebze, ceviz, dut, erik, elma, şeftali ağaçları
yetişirdi. Dut ağaçlarına çıkar, saatlerce başında en lezzetli dutları hem yer
hem de toplardık.
Babam okula geç başlamıştı ve köyde okul
yoktu, çok uzak ilçeye giderdi okumaya. Annem babamın köyden ilçeye saatlerce
yürüyerek gidip geldiğini anlatırdı hep. Erken evlenmişti annemle babam. Babam on
yedisinde annem on altısındaymış evlendiklerinde. Köy yerinde erken
evlendirilir hep gençler, vakit tamam oldu denir, tanıdık akrabadan birinin
yetişkin kız evladı varsa hemen nişan düğün yapılırdı gençlere. Yetişkinlikten kasıt on altı on yedi on sekiz
yaşları. Yirmisinden sonra evde kalırsın köyün deyimiyle. Dedikodu için bu yaş
yeterliydi köy yerinde. Evin bir odasına yerleştirilirdi evli gençler. Gündüz
babasıyla tarlaya, bağa, bahçeye, çobanlığa giderlerdi. Akşamları hep birlikte aynı
sofraya oturulur, yemek yenilirdi. Bu şekilde babayla beraber en az on yıl aynı
evde kalınırdı. Tarla, bağ bahçe beraberce ekilir, dikilir, kazılır, hasat
edilirdi. Babanın belirlediği gün vakit tamam olduğunda da evler ayrılır,
evlilere yeni bir ev yapılır oraya yerleştirilirdi. Bu da yaklaşık on yıllık
bir zamandı. Baba tarladan bir iki dönüm, birkaç baş da hayvan verirdi. “Evi
ayrıldı” denir, artık ayakları üzerinde duracak duruma gelmiştir gençler
denilirdi. Biz dedemlerden henüz ayrılmamıştık. Halalarım, dedem, ninem,
amcalarım hep beraber aynı evde kalıyorduk. Yaklaşık 15 kişi vardık aynı evde. Ben
dedemi ve ninemi çok severdim. Evin ilk torunuydum, beni yere düşürmezlerdi,
çok severlerdi. Dedem Maraş’a her gittiğinde eli boş gelmez, bana muhakkak bir
şeyler alırdı. Oyuncak, boya kalemi, topaç, bilye aklıma gelenler. Bunları
görünce sevinçten havalara uçardım. Dünyalar benim olurdu.
Bu mektuptan yaklaşık
bir ay sonra, kısa bir mektubu daha geldi babamın. Mektubunda Kıbrıs’a
gidecekler arasında kendisinin de olduğunu, bir haftaya kadar da gideceklerini
yazıyordu. O mektubu aldığımda dedemin gözleri dolmuş babamla gurur duyduğunu
söylemişti. Babam dedemin ilk çocuğuydu. Ninemse günlerce ağlamıştı. Babam gözü kara cesur biriydi, gözünü
budaktan esirgemezdi. Köyde genç yaşıtlarıyla güreş yapıldığında hep o
kazanırdı. Hep babam gibi olmayı hayal ederdim.
Annem babamın adı
söylendiğinde, sessiz sessiz ağlar, hiçbir şey söyleyemezdi. Sadece gözleri
uzaklara dalar, sorduğumda da yakında geleceğini söylerdi. Annemle babamın birbirlerine
doyamadıklarını birbirlerini çok özlediklerini ben bilirdim. Yakında gelip bize
her yeri gezdirecekti. Maraş’a gidecektik oradan tüm şehirleri karış karış gezecektik.
Annem çiğdemi çok
severdi. Babam ona bahar geldiğinde hep çiğdem sümbül getirirdi. Dağ bayır
demez çiçek toplar, bazen beni de yanında götürür beraber toplardık. Eve
getirdiğimizde günlerce çiğdem, sümbül kokusu gitmezdi evimizden. Sanki babam
hep çiğdem kokardı, sümbül kokardı.
Yine çiçek
toplamaya gittiğimiz bir gün koşarken düşmüş, kafamı yerdeki sivrice bir taşa
çarpmıştım. Kafam yarılmış, epeyce kanamış, epeyce acımış, uzun süre
ağlamıştım.
Babam;
-
Yavrum! güzel kuzum! Neden dikkat etmedin? neden
koştun? Bak kafan da kanadı, öleceksin sandım, demişti.
O zaman sormuştum
babama!
-
Babacığım, ölmek ne demek?
-
Babam uzun uzun anlatmıştı, ama ben
anlamamıştım.
Bir gün ben de babama mektup yazmak istedim,
henüz küçüktüm, okuma yazmam da yoktu haliyle ama halamdan babamın adını,
annemin adını, kendi adımı yazmayı öğrenmiştim, bir de çiçek yapmayı. Bir zarf,
bir de defter sayfası bulup, annemin adını, kendi adımı, yazdım, bir de kâğıdın
çevresini çiçeklerle süsledim. Halam da yardım etti, bir iki kelime de o bir
şeyler yazdı, babama gönderilmek üzere bakkala verdik. O zamanlar köyümüzde
Postane yoktu, köyün bakkalı vardı. Tüm şehre gönderilecek eşyalar, mektuplar,
satılacak yoğurt, süt ne varsa bakkalda toplanır, birkaç günde bir oradan şehre
götürülürdü.
Köyün bakkalı Ethem
amca saçı sakalı birbirine karışmış yaşlıca, iyi biriydi. Gözlerinde yılların yorgunluğu,
omuzlarında yılların yükü vardı sanki. Ayrıca uzaktan da akrabamız olurdu. Ethem
amcaya Mektubu gönderdiğimiz günden itibaren hemen her gün gider, mektubun
cevabı geldi mi? ne oldu? diye sorardım. Her gidişimde cebime bisküvi, şeker,
gofret doldurur, Ayşe’nin yetimi geldi diye sever, başımı okşar mektubuna henüz
cevap gelmedi der beni gönderirdi. Bu günlerce sürdü. Babamdan ne bir mektup
geldi ne bir haber. Arada dedem radyodan haberleri dinler, bizimkiler yine bir
köyü almış, yine bir kasabaya çıkmış, şehidimiz de varmış, der, gelenlere
anlatırdı. Ben de hem radyoyu dinler hem de “Babam ne zaman gelecek?” diye
sorardım. Beni sevindirecek bir cevap alamazdım. Nineme de her sormamda o da babamdan
bir haber olmadığını söylerdi. Nedense annem dedeme bir şey sormaz, soramazdı.
Ben sorduğumda; “Yakında gelecek kuzum” derdi annem, ben yine oyuna dalar gün
boyu unutur giderdim babamı. Akşamları hatırlardım hep babamı. Akşamları hep
özlerdim babamı. Ceketini, gömleğini koklardım. Ceketi çiğdem kokardı, gömleği
sümbül kokardı babamın.
Bir gün köye bir
araç geldi, içinden üç dört asker indi. Omuzlarında silahları, ellerinde ve sırtlarında
çantaları, bellerinde kalın kalın kemerleri vardı. Köylülerden birine bir
şeyler sorduklarını, bizim eve doğru yöneldiklerini anladığımda hemen fırladım.
Babamdır dedim belki de babam gelmiştir. Merdivenin başında içlerinden birinin
önünü kestim.
-
Babam nerede asker abi? babam neden gelmedi? O
da sizin gibi askerdi ya!
İçlerinden elbisesi farklı olan hemen cevap verdi.
-
Kim senin baban küçük adam.
Mehmet adı, Mehmet Küçük benim babam, ben onun oğluyum asker
abi.
Birden yüzünün şekli değişti sanki, yutkundu bir an, bir
şeyler söylemek istedi belki ama ben anlayamadım.
-
Deden nerede senin? bizi dedene götürür müsün?
-
Tabi asker abi, dedem tarladadır şimdi, siz
yukarı çıkın, yukarıda ninem var, ben hemen çağırıp geleyim.
Hemen aşağı fırlayıp koşarak tarlaya gittim. Dedem bahçeyi
suluyordu. Akşam sabah çıkmazdı o bahçeden. Tüm sıkıntısını derdini o bahçede
atardı. Dedeme olanları anlattıktan sonra beraberce eve geldik. Yukarı çıkıp
askerlerle hoşbeş ettikten sonra, az önce benimle konuşan asker abi, konuşmaya
başladı.
-
Halil amca, biliyorsunuz Kıbrıs’a askeri çıkarma
yaptık, askerlerimiz de orada düşmanla kahramanca çarpışıyor, hepimiz bu
memleketin birer evladıyız, doğarken de bu vatan için kurban olmaya, şehit
olmaya yeminli doğmuşuz. Annelerimiz bizi bu vatan için dünyaya getirmiş. Oğlunuz,
Mehmet de Kıbrıs’ta görev yapıyordu biliyorsunuz.
Der demez dedemin gözlerinden bir yaş boşandı, içli içli
hıçkırarak ağlamaya başladı. O koskoca adam gitti, yerine çaresiz, eli kolu yana
dökülmüş zavallı bir adam geldi sanki. Olacakları, söylenecek kelimeleri anladı,
yaşlı gözleri yere dikildi ve hiçbir şey söyleyemedi. Uzunca bir süre tek
kelime etmedi. Askerin dediklerini de duymadı belki. Sadece yere bir noktaya
bakıyordu. Bir müddet öyle kaldı sonra;
-
Vatan sağ olsun diyebildi, Vatan sağ olsun!
Ben o küçük aklımla olanları anlamaya
çalışıyordum. Asker abiler bir şeyler çıkardılar getirdikleri çantalardan ve
dedeme teslim ettiler. Bunlar babamın eşyalarıydı. Ceketi, gömleği,
ayakkabıları, çantası. Hepsini tek tek torbadan çıkarıp teslim ettiler. Bir de
kutu içinde bir şeyler verdiler. Dedem hem ağlıyor hem de verilen eşyaları
teslim alıyordu. O sırada içeriden bir feryat koptu…
Akşam oldu kim var
kim yok, tüm köy, eş dost akraba toplandı evimize. Evin önüne bir bayrak
dikildi. Bir haneye bayrak iki şey için dikilirdi, bunu ta sonraları dedemden
öğrenmiştim. “Eve gelin girdiğinde, evden vatan için biri çıktığında. İkisi de
düğün demekti.” İçerideki odadan kadınların feryatları geliyordu. Bu toplanmalar,
ziyaretler yaklaşık on beş gün sürdü. Giden gelen eksik olmadı hiç. Kur’anlar
okundu, dualar edildi. Bizi hiç yalnız bırakmadılar. Ben hep babamı sordum
anneme, hep babamı sordum dedeme.
-
Babam nerede? Ne zaman gelecek, ne zaman gelecek
babam dede?
Hiç doğru düzgün bir cevap alamadım, yakında gelecek,
dediler sadece yakında gelecek.
Bu sürede annemin hiç göz yaşı dinmedi için için sessizce
her gün ağladı, ağladı.
Aradan yaklaşık bir
yıl geçti. Ben bu arada babamın geleceği günü hep bekledim, hep umut ettim. Ama
babam gelmedi, gelmiyordu. Bir gün anneme neden gelmedi babam dedim. Annem beni
kucakladı ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Dolabı açtı bir kutu çıkardı. Bu
kutuyu asker abilerin geldiğinde, babamın eşyalarını verdiği gün görmüştüm.
Dedeme verdikleri kutuydu bu. Annem kutuyu açtı, içindekilerin hepsini sehpanın
üzerine tek tek özenle dizdi. Yüzüğü, saati, tıraş malzemeleri, kolyesi hepsi
oradaydı. O anda eşyaların içinde babama yazdığım mektubu gördüm. Üzerinde
babamla çiçek toplamaya gittiğimiz gün kafamı taşa vurduğumdaki kırmızı, kızıl
rengi gördüm, mektup tamamen kırmızı renge bulanmıştı.
“O zaman anladım ki, babam yazdığım mektubu yanından hiç
ayırmamıştı ve bir daha hiç gelmeyecekti.”